Bakmayın o gün, kanlı ellerimle limon kokladığıma. Oysa ben, elma kokusunu severim. Ayva kokusunu severim. Ceviz kabuğunun kekremsi kokusunun ellerime sindiği anı severim. Annemin evindeki ördek soba kızıllaştığında tezek kokusunu içime çekmeyi severim. Bir de... Bir de çocuklarımın kirli vücutlarındaki ter kokusunu severim.
Annemi kaybettiğim yılın ertesinde babamı da kaybetme- seydim, amcam beni yanına almasaydı, Antalya'ya denizi ve limonu belki de hiç görmeyecektim. Amcamın, iki göz odalı kapıcı dairesinde, yedi can sığışmaya çalışırken üst katlardaki çocukların nasıl el bebek gül bebek yaşadıklarını da görmeyecektim. Ağzına kadar dolu çorba tenceresinin nasıl beş dakikada kaşık sesleri ile talan edildiğini ve benim kaşığımın amcamın ocağındaki tenceresine yük olduğunu düşünmeyecektim. Yengemin, akşamları, yorgun argın ev temizliğinden gelip, para kazanmanın verdiği küstahlıkla;
" Musa'yı da bir apartmana, kapıcı durdursak artık." dediğini duymacaktım.
Günübirlik amele işlerine gidiyordum ama akşam olunca aynı eve sığışmak canını sıkıyordu yengemin. Nohut oda bakla sofa evde yedi can. Kolay değildi.
Aslında ben de çok istiyordum kapıcı olmayı. Lara yolunda, denize sıfır bir site vardı ki, oraya kapıcı duran adam hiç ölmezdi. Hele hele bir kapıcı dairesi vardı ki zannedersin Vali köşkü. Güneş evin içinde. İliklerine işler, alimallah. Eee! Koskoca Mavi Su sitesi, dile kolay. Oraya kapıcı durmak için en azından Almanca bilmek gerekirmiş. Amcam, üç kuruşluk geliri ile ilkokuldan sonra okutamadı beni. Eski gazetelerdeki haberleri okumaktan öte gitmedi okumuşluğum. Mavi Su sitesi asla ulaşamayacağım, kendimi oranın kapıcısı olarak hayal et tiğim zaman yüreğimde oluşan bir hoşluktu sadece.
Yengem çalıştığı evlerden soruşturuyor, kapıcısı olmayan apartman arıyordu ama kapıcı evli olmalıymış. Bekar adama apartman teslim edilmezmiş.
İş bilen, Cabbar bir kadındı yengem. Komşu apartmanlara kapıcılarına haber saldı. Köye haber saldı. Hatta çalıştığı evlerdeki çocuk bakıcılarını bile yokladı. Çok uzun sürmedi, s0punda evleneceğim kızı tl birliğiyle buldular.
Güzel kızdı Gülsüm, kadersizim. Ailesi, köyde tarlaya tarım ilacı yaparken zehirlenerek yok olmuş. Geride kalan iki kardeşten Gülsüm'e dayısı sahip çıkmış, küçük oğlana da amcası sahip çıkmış. Gülsüm, eli iş tutan becerikli kız, tez zamanda kapmış yengesinden ev temizliği işlerini. Onun da eli ekmek tutar olmuş. Bu yüzden havalıydı Gülsüm. Gözü yükseklerdeydi.
Yengemler, ilk defa benden söz açtıklarında çok sinirlenmiş,
" O, çulsuz oğlana hayatta varmam, başka kapıya gidin, bir bana, bir de o mıymıntı oğlunuza bakın!" demiş.
Haklıydı belki. O da gittiği evlerdeki kadınlar gibi evlenince, evinin hanımı olmak, rahat bir ömür sürmek isterdi zahir.
Yengem işin ucunu bırakmadı. Evden bir kaşık eksilmesi için çok emek sarfetti, canı sağ olsun. Sonunda, Nuh deyip peygamber demeyen inatçı Gülsüm'ü ikna etti.
" Gülsüm olacak haspama, bizim oğlumuzun geleceği parlaktır dedim. İki yıla kalmaz Mavi Su sitesine bile alırlar onu. Ondan sonrası kolay, çok zaman geçmeden kendi evini de alır dedim. Musa'nın talibi çoktur ama bizim gönlümüzden sen geçiyorsun, dedim " der, kurum kurum kurulurdu.
Akdeniz sahillerinin limon çiçekleri ile süslendiği günlerde, Mavi Su sitesi olmasa da onun iki üst sokağındaki, Kader Apartmanında işe başladığımda artık evli bir adamdım. Kader apartmanı, Mavi Su sitesi gibi değildi tabii Biraz yaşlıcaydı ve içinde kendi gibi yaşlıları barındırıyordu. Evim, tıpkı amcamın kapıcı dairesi gibiydi. Tavana yapışık otuz santimlik iki camdan ışık almaya gayret ediyordu. İçeriye girildiği anda rutubet kokusu dayanılmazdı ama zaman içinde alışıyor, koku almaz oluyordu insan.
Gülsüm, bir türlü sevemedi beni. İri kahverengi gözleriyle bana bakarken " Aslında senin gibi sümsük birine layık değilim, ama neyleyim ki kader." dediğini okurdum. Bana yukarıdan bakması ürkütürdü beni. Arkadan bağladığı eşarbının altından öyle bir gerdan kırardı ki, sanırsın Arap şeyhinin karısı. Beni sevmediğini bilirdim. Hiç cilveleşmezdi benimle. Pembe yanağından ufak bir öpücük almaya yeltensem ¡teklerdi beni.
" Hiç keyfim yok, çok yorgunum, elleşme bana." der, kaçardı yanımdan. Hiç çocuk istemiyordu. Benim biraz cinliğim olsa gerek ki, kaza dediğimiz türden üç çocuğumuz oldu.
O gün. Hani, limon kokladığım gün. Büyük oğlan yedi, küçük oğlan beş, paytak kızım da üç yaşındaydı. Çocuklarımı çok severdim. Bana öyle bakmayın. Vallahi de çok severdim... Gülsüm'ü de severdim... Gülsüm dedim de. Son günlerde ne çok değişmişti. Anlamalıydım. Yüzüne boyalar sürmek, işten eve geç gelmek falan. Aslında anladım da, galiba kabullenmek istemedim. Cebinden düşen iki sinema biletini gördüğümde işkillenmiştim. Bir sürü laf gevelemişti. Arkadaşı ile gitmişmiş. Çok sıkılmışmış. Akşama kadar el alemin evini temizlemekten bıkmış usanmışmış. Üstelik it gibi çalıştığı halde bir kerecik sinemaya gitmeye hakkı yok muymuş? O geceki kavgamızda, kendisine attığım tokat bahanesiymiş meğer. Çantasını koluna taktı. İri kalçasını sallaya sallaya, ardına bile bakmadan çıktı gitti. Kalakaldım öylece sap gibi. Üç çocuklu, rutubet kokulu fakirhanem, hem öksüz hem yetim kaldı o gece.
Sevdiği adama kaçmış. Asla dönmem diyormuş. Başının çaresine baksın, benden ona hayır yok diyormuş. Zamanında kıymetimi bileydi de beni hoş tutaydı diyormuş. Oysa o varken ne kadar kolaymış hayat. İşten gelirken aldığı erzaklarsa yaptığı, türüm türüm kadın kokan yemekler bizim için ne büyük nimetmiş meğer. Bağırıp çağırsa da sonunda yavrularını bağrına bastığı zaman ki sevişleri çocuklarım için ne kadar önemliymiş. Varsın beni sevmeseydi de ama çocuklarının başında olsaydı keşke. Arada bir başlarını okşadığı bile yeterdi.
Zaten rutubet kokan evimi şimdi de pislik kokusu sarmıştı. Çocuklarım kir pas içindeydi. Bir şeyler yapmaya çalışıyordum kendimce ama nedense Gülsüm'ün yaptığı gibi olmuyordu.
Onun her yaptığı iş görünürdü. Odaya girse eşyalar ışıldar, mutfağa girse o viran mutfak cennete dönüşürdü. O gittiğinden beri nasıl soğuk, nasıl da abus suratlı, nasıl da kâbus oldu bu ev. Beceriksizliğim yetmezmiş gibi üstesinden gelemediğim sorunlarımdan dolayı, çocuklarıma bağırır hatta bazen döver hale gelmiştim. Sonunda apartmanın şikâyeti üzerine çocuklarımın Yetiştirme Yurdu'na verilmesi kararı alındı devlet tarafından. Ben, çocuklarıma kıyabilir miyim hiç? Bir fiske vurduğum zaman yüreğim kanardı. Ama neyleyim ki kadere isyanımın hırsını çocuklarımdan çıkartıyordum. Zaten bana komşular deli deseler bile yeriydi. Apartmana hizmet ederken bile aklım başımda değildi. Öylesine, kadere kısmet yapıyordum her işimi. Son zamanda, " Aa! Unuttum abla, hemen bir koşu gidip alayım." sözü artık dilimde sakız olmuştu.
O gün, limon kokladığım o gün. Çocuklarımla aynı çatı altında, rutubet kokularıyla uykuya dalacağımız son gündü. Sabahında gelip çocuklarımı götüreceklerdi. Elim ayağım bağlı birşeyyapamıyordum, oysa bir yolu olmalıydı. Ama yoktu.
Akşam olmuştu, çöp alma saatinde son uğrak yerim, birinci kattaki Mualla teyzemdi. Elindeki bir paket süt ile ucundan biraz alınmış ekmeği gösterip;
" Musa, evladım, ben bu gece oğluma gidiyorum. Biraz sonra gelip beni alacak, bir hafta kalırım sanıyorum. Gerçi cadı geliminde bir günden fazla kalınmaz ama neyse boş ver. Benim yokluğumda sakın bahçedeki kedilerimi aç bırakma oldu mu? Bu sütle ekmeği lapa yap, yerler yavrularım. Anladın değil mi Musa çocuğum?" dedi.
Yufka yürekliydi Mualla teyze, ama bilseydi ki ben üç aydır çocuklarımı neredeyse her gün süt ekmekle besliyorum. Kolay çünkü. Sütün içine ekmeği doğrayıp hafifçe de karıştırdın mı tamam, oldu sana yemek. Ah ah! Bahçedeki kediler bile benden ve çocuklarımdan daha şanslıydı. Baksana, onlara kucak açan bir Mualla teyzeleri vardı. Çocuklarıma ana sıcaklığı verecek hiç kimse yoktu.
''Ben böyle kaderin içine. " Homurdanarak sütü dolaba Yerleştirdiğim anda, üçüncü kattan Suzan hanım, diafondan
''Musa efendi! Limonum bitmişİşim acele. Bahçeden iki limon koparıp getiriver bana hemen, bekliyorum."
Yengem işin ucunu bırakmadı. Evden bir kaşık eksilmesi için çok emek sarfetti, canı sağ olsun. Sonunda, Nuh deyip peygamber demeyen inatçı Gülsüm'ü ikna etti.
" Gülsüm olacak haspama, bizim oğlumuzun geleceği parlaktır dedim. İki yıla kalmaz Mavi Su sitesine bile alırlar onu. Ondan sonrası kolay, çok zaman geçmeden kendi evini de alır dedim. Musa'nın talibi çoktur ama bizim gönlümüzden sen geçiyorsun, dedim " der, kurum kurum kurulurdu.
Akdeniz sahillerinin limon çiçekleri ile süslendiği günlerde, Mavi Su sitesi olmasa da onun iki üst sokağındaki, Kader Apartmanında işe başladığımda artık evli bir adamdım. Kader apartmanı, Mavi Su sitesi gibi değildi tabii Biraz yaşlıcaydı ve içinde kendi gibi yaşlıları barındırıyordu. Evim, tıpkı amcamın kapıcı dairesi gibiydi. Tavana yapışık otuz santimlik iki camdan ışık almaya gayret ediyordu. İçeriye girildiği anda rutubet kokusu dayanılmazdı ama zaman içinde alışıyor, koku almaz oluyordu insan.
Gülsüm, bir türlü sevemedi beni. İri kahverengi gözleriyle bana bakarken " Aslında senin gibi sümsük birine layık değilim, ama neyleyim ki kader." dediğini okurdum. Bana yukarıdan bakması ürkütürdü beni. Arkadan bağladığı eşarbının altından öyle bir gerdan kırardı ki, sanırsın Arap şeyhinin karısı. Beni sevmediğini bilirdim. Hiç cilveleşmezdi benimle. Pembe yanağından ufak bir öpücük almaya yeltensem ¡teklerdi beni.
" Hiç keyfim yok, çok yorgunum, elleşme bana." der, kaçardı yanımdan. Hiç çocuk istemiyordu. Benim biraz cinliğim olsa gerek ki, kaza dediğimiz türden üç çocuğumuz oldu.
O gün. Hani, limon kokladığım gün. Büyük oğlan yedi, küçük oğlan beş, paytak kızım da üç yaşındaydı. Çocuklarımı çok severdim. Bana öyle bakmayın. Vallahi de çok severdim... Gülsüm'ü de severdim... Gülsüm dedim de. Son günlerde ne çok değişmişti. Anlamalıydım. Yüzüne boyalar sürmek, işten eve geç gelmek falan. Aslında anladım da, galiba kabullenmek istemedim. Cebinden düşen iki sinema biletini gördüğümde işkillenmiştim. Bir sürü laf gevelemişti. Arkadaşı ile gitmişmiş. Çok sıkılmışmış. Akşama kadar el alemin evini temizlemekten bıkmış usanmışmış. Üstelik it gibi çalıştığı halde bir kerecik sinemaya gitmeye hakkı yok muymuş? O geceki kavgamızda, kendisine attığım tokat bahanesiymiş meğer. Çantasını koluna taktı. İri kalçasını sallaya sallaya, ardına bile bakmadan çıktı gitti. Kalakaldım öylece sap gibi. Üç çocuklu, rutubet kokulu fakirhanem, hem öksüz hem yetim kaldı o gece.
Sevdiği adama kaçmış. Asla dönmem diyormuş. Başının çaresine baksın, benden ona hayır yok diyormuş. Zamanında kıymetimi bileydi de beni hoş tutaydı diyormuş. Oysa o varken ne kadar kolaymış hayat. İşten gelirken aldığı erzaklarsa yaptığı, türüm türüm kadın kokan yemekler bizim için ne büyük nimetmiş meğer. Bağırıp çağırsa da sonunda yavrularını bağrına bastığı zaman ki sevişleri çocuklarım için ne kadar önemliymiş. Varsın beni sevmeseydi de ama çocuklarının başında olsaydı keşke. Arada bir başlarını okşadığı bile yeterdi.
Zaten rutubet kokan evimi şimdi de pislik kokusu sarmıştı. Çocuklarım kir pas içindeydi. Bir şeyler yapmaya çalışıyordum kendimce ama nedense Gülsüm'ün yaptığı gibi olmuyordu.
Onun her yaptığı iş görünürdü. Odaya girse eşyalar ışıldar, mutfağa girse o viran mutfak cennete dönüşürdü. O gittiğinden beri nasıl soğuk, nasıl da abus suratlı, nasıl da kâbus oldu bu ev. Beceriksizliğim yetmezmiş gibi üstesinden gelemediğim sorunlarımdan dolayı, çocuklarıma bağırır hatta bazen döver hale gelmiştim. Sonunda apartmanın şikâyeti üzerine çocuklarımın Yetiştirme Yurdu'na verilmesi kararı alındı devlet tarafından. Ben, çocuklarıma kıyabilir miyim hiç? Bir fiske vurduğum zaman yüreğim kanardı. Ama neyleyim ki kadere isyanımın hırsını çocuklarımdan çıkartıyordum. Zaten bana komşular deli deseler bile yeriydi. Apartmana hizmet ederken bile aklım başımda değildi. Öylesine, kadere kısmet yapıyordum her işimi. Son zamanda, " Aa! Unuttum abla, hemen bir koşu gidip alayım." sözü artık dilimde sakız olmuştu.
O gün, limon kokladığım o gün. Çocuklarımla aynı çatı altında, rutubet kokularıyla uykuya dalacağımız son gündü. Sabahında gelip çocuklarımı götüreceklerdi. Elim ayağım bağlı birşeyyapamıyordum, oysa bir yolu olmalıydı. Ama yoktu.
Akşam olmuştu, çöp alma saatinde son uğrak yerim, birinci kattaki Mualla teyzemdi. Elindeki bir paket süt ile ucundan biraz alınmış ekmeği gösterip;
" Musa, evladım, ben bu gece oğluma gidiyorum. Biraz sonra gelip beni alacak, bir hafta kalırım sanıyorum. Gerçi cadı geliminde bir günden fazla kalınmaz ama neyse boş ver. Benim yokluğumda sakın bahçedeki kedilerimi aç bırakma oldu mu? Bu sütle ekmeği lapa yap, yerler yavrularım. Anladın değil mi Musa çocuğum?" dedi.
Yufka yürekliydi Mualla teyze, ama bilseydi ki ben üç aydır çocuklarımı neredeyse her gün süt ekmekle besliyorum. Kolay çünkü. Sütün içine ekmeği doğrayıp hafifçe de karıştırdın mı tamam, oldu sana yemek. Ah ah! Bahçedeki kediler bile benden ve çocuklarımdan daha şanslıydı. Baksana, onlara kucak açan bir Mualla teyzeleri vardı. Çocuklarıma ana sıcaklığı verecek hiç kimse yoktu.
''Ben böyle kaderin içine. " Homurdanarak sütü dolaba Yerleştirdiğim anda, üçüncü kattan Suzan hanım, diafondan
''Musa efendi! Limonum bitmişİşim acele. Bahçeden iki limon koparıp getiriver bana hemen, bekliyorum."
" Baş üstüne Suzan Hanım"
Zıkkımın kökünü ye, limonsuz yenmez mi ne zıkkım yaptıysan ?
Homurtularıma çocuklar kıs kıs gülüyorlardı.
İki limon kopardım bahçeden, sulu mu diye yokladım." Aman Musa Efendi! Daha sulusu yok muydu?" diye kafa tutmasın cadı Suzan. Sıktığım limonun kabuğu terledi, kokusu , yayıldı avuçlarıma. Kokladım, güzeldi, ama köyümdeki elmalar çok daha güzel kokardı. Üstelik elmaları sıkınca böyle cıvımaz. Of! Allah'ım yarın. Yarın çocuklarımı götürdüklerin de böyle limon gibi sıkacaklar onları da. Yok, canım daha neler. Allah korusun. İçim acıyor. Sancım bıçaktan keskin.
Eve girdim. Mutfak dolabının en üstünde sıkı sıkı sakladığım, bahçe için kullandığım tarım ilacını indirdim. Aceleyle sütü alıp içine ilacı boca ederken yine lanet olası dia fon çaldı. Beşinci kattan Murtaza Bey.
" Musa, bana bir büyük rakı kap gel aslanım. Hadi, bekliyorum tamam mı?"
" Tamam, Murtaza Bey." Çocuklarım ayaklanma dolanıyor.
" Baba! Açıktık!"
" Murtaza beyin rakısını alıp hemen geliyorum, bekleyin."
Ayyaş herif! Karın yanında, para gani, keyif senin anasını satayım. Rakıyı teslim edip eve koştum. Kâseye, ekmek doğrayıp, yeniden çıkarttığım sütü içine boşalttım ki" Şangırtı" sesi ile irkildim. Kızım masadan bardağı almaya çalışırken, bardak düşmüş ve kırılan parçalardan bir kısmı kızımın ayağına sap' lanmıştı. Pamuğu kolonyalardım, pansuman yaptım. Kork' muştu. Kesik kesik hıçkırıklarla ağlıyordu. Kucağıma aldım» sarı bukleli ter kokan saçlarını öptüm, kokladım. Oğlanlar ki kıskandı kızımı sevişimi. Hepsini aldım kucağıma. Sıcaklıklarını duydum, sıcaklığımı duydular. Ağlıyordum. Evin boyası atmış duvarları da ağlıyordu benimle. Büyük oğlum, içini çekti.
" Sen de mi, annemi özledin baba?"
" He ya! Özledim." dedim.
Çocuklarıma son sarılışım olduğunu biliyordum. Kızım, akan burnunu eteğiyle silmeye çalıştı. Ayağının acısı geçince açlığını hatırladı.
"Acıktım baba!" diye, mızmızlandı.
Bahçeden geçen Karabaşın, pencereden kendilerini seyredişi çok komik geldi çocuklara. Sütlü ekmeği büyük iştahla kaşıklarken köpeğe bakıp gülüşüyorlardı. Ağzımıza götürdüğümüz her lokma bizi biraz daha sona yaklaştırıyordu. Belki bu gülüşler son gülüşleriydi. Bekleyecek miydim? Gözümün önünde huzura erişlerini seyredecek miydim? Kolay olacak mıydı? Yok, yok onların son saatlerini seyretmeye dayanmazdım. Zaten kalbim sıkışıyor, midem ağrıyor, bütün bedenim titriyordu.
Ağzımdan, yarım yamalak zor çıkarabildiğim cılız sesimle.
" Benim yöneticiyle görüşmem lazım." dedim ve evden dışarı fırladım. Koşuyordum, adımlarım beni denize doğru sürüklüyordu. Mavi Su sitesinin yanındaki yoldan falezlere ulaştım. Artık aldığım hatta zaten alamadığım bir kaç fazla nefes bana gereksizdi. Falezler aramızda engel gibi görünse de aşağıdan bana gülümseyen hatta cilveli işveler yapan denize ulaşmam zor değildi. Deniz miydi cilveleşen yoksa Gülsüm mü? Apansız kaldırdım bedenimi, bıraktım. Boşluğu ve uçurumu duydum. Sular akıp geçiyordu üstümden. Sol yanımda dayanılmaz sızılarım var. Denizin serinliği üşüttü bedenimi. Avuçlarımda kan var... Kan... Avuçlarım kan içinde, sıcak. Kızımın ayağı kanıyor, yok canım, kızımın ayağını sardım. Melek oldular şimdi. Yavrularım, sizi çok seviyorum. Sütlü ekmek koktu genzimde. Sütlü ekmek, süt... Mualla teyze, kediler için mama, süt... Hangi süt? Aman Allahlım! Serin sulara teslim ettiğim hareketsiz bedenimde kıpırtılar başladı.
Zıkkımın kökünü ye, limonsuz yenmez mi ne zıkkım yaptıysan ?
Homurtularıma çocuklar kıs kıs gülüyorlardı.
İki limon kopardım bahçeden, sulu mu diye yokladım." Aman Musa Efendi! Daha sulusu yok muydu?" diye kafa tutmasın cadı Suzan. Sıktığım limonun kabuğu terledi, kokusu , yayıldı avuçlarıma. Kokladım, güzeldi, ama köyümdeki elmalar çok daha güzel kokardı. Üstelik elmaları sıkınca böyle cıvımaz. Of! Allah'ım yarın. Yarın çocuklarımı götürdüklerin de böyle limon gibi sıkacaklar onları da. Yok, canım daha neler. Allah korusun. İçim acıyor. Sancım bıçaktan keskin.
Eve girdim. Mutfak dolabının en üstünde sıkı sıkı sakladığım, bahçe için kullandığım tarım ilacını indirdim. Aceleyle sütü alıp içine ilacı boca ederken yine lanet olası dia fon çaldı. Beşinci kattan Murtaza Bey.
" Musa, bana bir büyük rakı kap gel aslanım. Hadi, bekliyorum tamam mı?"
" Tamam, Murtaza Bey." Çocuklarım ayaklanma dolanıyor.
" Baba! Açıktık!"
" Murtaza beyin rakısını alıp hemen geliyorum, bekleyin."
Ayyaş herif! Karın yanında, para gani, keyif senin anasını satayım. Rakıyı teslim edip eve koştum. Kâseye, ekmek doğrayıp, yeniden çıkarttığım sütü içine boşalttım ki" Şangırtı" sesi ile irkildim. Kızım masadan bardağı almaya çalışırken, bardak düşmüş ve kırılan parçalardan bir kısmı kızımın ayağına sap' lanmıştı. Pamuğu kolonyalardım, pansuman yaptım. Kork' muştu. Kesik kesik hıçkırıklarla ağlıyordu. Kucağıma aldım» sarı bukleli ter kokan saçlarını öptüm, kokladım. Oğlanlar ki kıskandı kızımı sevişimi. Hepsini aldım kucağıma. Sıcaklıklarını duydum, sıcaklığımı duydular. Ağlıyordum. Evin boyası atmış duvarları da ağlıyordu benimle. Büyük oğlum, içini çekti.
" Sen de mi, annemi özledin baba?"
" He ya! Özledim." dedim.
Çocuklarıma son sarılışım olduğunu biliyordum. Kızım, akan burnunu eteğiyle silmeye çalıştı. Ayağının acısı geçince açlığını hatırladı.
"Acıktım baba!" diye, mızmızlandı.
Bahçeden geçen Karabaşın, pencereden kendilerini seyredişi çok komik geldi çocuklara. Sütlü ekmeği büyük iştahla kaşıklarken köpeğe bakıp gülüşüyorlardı. Ağzımıza götürdüğümüz her lokma bizi biraz daha sona yaklaştırıyordu. Belki bu gülüşler son gülüşleriydi. Bekleyecek miydim? Gözümün önünde huzura erişlerini seyredecek miydim? Kolay olacak mıydı? Yok, yok onların son saatlerini seyretmeye dayanmazdım. Zaten kalbim sıkışıyor, midem ağrıyor, bütün bedenim titriyordu.
Ağzımdan, yarım yamalak zor çıkarabildiğim cılız sesimle.
" Benim yöneticiyle görüşmem lazım." dedim ve evden dışarı fırladım. Koşuyordum, adımlarım beni denize doğru sürüklüyordu. Mavi Su sitesinin yanındaki yoldan falezlere ulaştım. Artık aldığım hatta zaten alamadığım bir kaç fazla nefes bana gereksizdi. Falezler aramızda engel gibi görünse de aşağıdan bana gülümseyen hatta cilveli işveler yapan denize ulaşmam zor değildi. Deniz miydi cilveleşen yoksa Gülsüm mü? Apansız kaldırdım bedenimi, bıraktım. Boşluğu ve uçurumu duydum. Sular akıp geçiyordu üstümden. Sol yanımda dayanılmaz sızılarım var. Denizin serinliği üşüttü bedenimi. Avuçlarımda kan var... Kan... Avuçlarım kan içinde, sıcak. Kızımın ayağı kanıyor, yok canım, kızımın ayağını sardım. Melek oldular şimdi. Yavrularım, sizi çok seviyorum. Sütlü ekmek koktu genzimde. Sütlü ekmek, süt... Mualla teyze, kediler için mama, süt... Hangi süt? Aman Allahlım! Serin sulara teslim ettiğim hareketsiz bedenimde kıpırtılar başladı.
O kargaşada tarım ilacını, Mualla teyzenin sütünün içine koymuştum ama sonra çocuklara yaptığım sütlü ekmeğe bizim sütten kullanmıştım. Şükürler olsun! Allah'ım şükürler olsun! Yaptığım yanlışa çok sevindim. Çocuklarım yaşıyordu acele etmeliydim. Çocuklarımın yanına gitmeliydim. Sarmalıydım küçük bedenlerini, koklamalıydım. Bir daha asla onları üzmeyeceğime söz vermeliydim. Hepsini ayrı ayrı öpmeliydim doyana kadar.
Kurtulma çabası içinde debelenen bedenim soğuktu, ayaklarım ve kollarım öylesine ağırdı ki kımıldamıyorlardı.
" Kurtarın beni ölmek istemiyorum! Kurtarın beni!" diye bağırıyordum ama sesim yaban, sesim uzak ve yitikti.
Kurtulma çabası içinde debelenen bedenim soğuktu, ayaklarım ve kollarım öylesine ağırdı ki kımıldamıyorlardı.
" Kurtarın beni ölmek istemiyorum! Kurtarın beni!" diye bağırıyordum ama sesim yaban, sesim uzak ve yitikti.
0 yorum:
Yorum Gönderme